The Magus, buzda kayarken tüm iç organlarınızın yer değiştirmesi ile son bulan bir kitap. Yıllarca aradığınız bir hazineye her defasında kavuştuğunuzu zannettiğiniz ve asla elde edemediğiniz, en sonunda bunu kabullenip evinize dönmek gibi...
John Fowles bir dahi, bir cambaz, bir büyücü. 600 küsür sayfasına baktığımızda hepsini birden olduğunu kanıtlıyor... Üstün olay örgüsünü ilmik ilmik işleyerek sunuyor zihnimize...
John Fowles bir dahi, bir cambaz, bir büyücü. 600 küsür sayfasına baktığımızda hepsini birden olduğunu kanıtlıyor... Üstün olay örgüsünü ilmik ilmik işleyerek sunuyor zihnimize...
Londra'dan çıkıp, Yunanistan'a gidiyoruz yazarla birlikte... Atina'yı ve birçok adayı enfes betimleyen yazar bir süre öğretmenlik için orada bulunduğunu saklamıyor. Londra'nın yaşlı ve kasvetli olduğunu her defasında yineleyerek, Yunanistan'ı cennete benzetmekten çekinmiyor.
Aslında roman Nicholas Urfe'nin hayatına bir yön vermek amacıyla sevdiğini düşündüğü kız Alison'dan ayrılarak İngilizce öğretmenliği yapmak için Phraxos'taki Lord Byron okuluna gitmesi ile başlıyor. Etrafa, olaylara, duygu değişimlerine Nicholas'ın gözlüğünden bakıyoruz. Onu anlıyoruz. Belki kendimiz ile bağdaştırıyoruz... Gerçekle yalanın ayırdına varırken, güvenmemeyi yahut sonuna kadar güvenmeyi öğreniyoruz. Paranoyanın kitabını yazıyoruz yaşadığı gizli kapaklı olaylarla. Ta ki Alison'ın ziyaret için Atina'ya gelmesine kadar... Görüyoruz ki Nicholas o erkeklere özgü bencilliğiyle artık Alison'ı sevmediğini düşündüğünü görüyoruz. Kitabın 282. sayfasından sonra gözlükleri çıkartıp Alison için takıyoruz bir süreliğine. Terk edilmenin en acımasız şeklini yaşıyoruz onunla beraber. Aşkı tanımlıyoruz...
"Aşk, yalnızca sana o mektupta yazdığım şey değildir. Geriye dönüp bakmamak değildir. Aşk, işe gidiyormuş gibi yapıp, Victoria Garı'na gitmektir. Sana son bir sürpriz yapmak, son bir öpücük, son bir... her neyse onu vermektir, o gün bir dolu dergi aldığını gördüm. O gün karşıma kim çıksa gülecek halim yoktu benim. Ama sen güldün. Hamalın tekiyle gayet güzel dikildin orada ve şakalaşıp gülebildin. İşte o zaman aşkın ne olduğunu anladım ben, Ömür boyu mutlu olmak istediğin adamın senden kaçtığına sevindiğini görmek..."
Sonrasında Nicholas'ın gözlüğünü takarak kitabın sonuna kadar kahroluyoruz. Muhteşem ve çıkışı olmayan bir labirent içine giriyoruz. Pişmanlığı, nefreti, kaybolma hissini, kaybetmeyi, inancı, karar verebilme yetisini sayfa sayfa yaşıyoruz. Ulaşılmaza yalan dolan demeden koşuyoruz. Sonra direğe çarpıp mıhlanıyoruz. Büyüyoruz Nicholas'la... Ondan "bir ölümlük hoşlanan" Alison'ın değerini anlıyoruz.
Böyle bakıldığında bir aşk hikayesi gibi gözüküyor değil mi? Bu yüzden size kitabın sadece çikolata kısmından bahsettim. Aslında kaymağı daha içerilerde bir yerlerde...
Not:1- Kitapta Karagöz-Hacıvat; Yunan perde oyunu olarak lanse edilmiş
2- Bu kitabın asla senaryolaştırılmamasını şiddetle öneriyorum. Asla beyaz perdede görülmemesi gereken bir kurgudur.
3- Kitabın bitiminde "sonsöz" olarak yazarın eleştiri notlarını okumanızı tavsiye ediyorum.
"Büyücü'nün "gerçek bir manası" varsa, psikolojideki Rorschach testininkinden fazla değildir. Anlamı, okurda yarattığı her türlü tepkidir; hem bana kalırsa, önceden belirlenmiş "doğru" tepki diye bir şey yoktur.
1976 - JF
2 yorum:
2009'da her şey gönlünüzce olsun, yeni yılınız kutlu olsun! :o)
N.B. John Fowles'un Fransız Teğmenin Karısı adlı romanını da okumanı tavsiye ederim.
eee..
yeni yilin kutlu olsun ozaman :)
Yorum Gönder